Saturday 28 March 2009

Artur Rimbaud, 1871 Paris'ten 2008 Atina'ya

http://voidmanufacturing.wordpress.com/2008/12/18/images-from-greece-along-with-arthur-rimbauds-poem-the-parisian-orgy/

from, The Parisian Orgy or Paris Repopulated, Arthur Rimbaud. (şairin Paris Komününe katıldığı tahmin ediliyor. Zaten şiirde bunu anlamak mümkün. Son dörtlükten ve tarihten de anlaşılacağı gibi Mayıs 1871'de 'düzenin' tekrar yerine oturması ve Komünün sona ermesi üzerine yazılmış.)

"...

Open your nostrils to these superb nauseas!
Steep the tendons of your necks in strong poisons!
Laying his crossed hands on the napes of your childish necks
The Poet says to you: “O cowards! be mad!

...

The Poet will take the sobs of the Infamous,
The hate of the Galley slaves, the clamour of the Damned;
And the beams of his love will scourge Womankind.
His verses will leap out: There’s for you! There! Villains!

- Society, and everything, is restored: - the orgies
Are weeping with dry sobs in the old brothels:
And on the reddened walls, the gaslights in frenzy,
Flare balefully upwards to the wan blue skies!

May 1871."

Who defends the city? - Kenti kim koruyor/savunuyor?

kent yoksulluğu ve dışlanmışlığının/ayrışmanın 19.yy Paris-Londra sahnelerini çağırdığı bugünlerde Paris Komünü'nü tarih-ötesi bir deneyim olarak idealleştirmenin zararı var mıdır bilmiyorum. Atina 2008, Paris Komünü 1871 ve Rimbaud, Clash 1982

when scenes of 19th century London or Paris are recalled in the face of urban/metropolitan encounters of the present, is it actually worthless to idealize the Paris Commune as a meta-historical experience?

The Clash, Ghetto Defendant from the album Combat Rock (1982)
(Italics: Allen Ginsberg lyrics)

Starved in metropolis
hooked on necropolis
addict of metropolis
do the worm on acropolis
slam dance the metropolis
enligthen the populace

Hungry darkness of living
who will thirst in the pit?
hooked in nicropolis
she spent a lifetime deciding
how to run from it
addict of metropolis
once fate had a witness
and the years seemed like friends
girlfriends
now the doll has a dream
but it begins like the end
shot in eternity
methadone kitty
iron serenity

Ghetto defendant
it is heroin pity
not tear gas nor baton charge
that stops you taking the city

Strung out committee

Walled out of the city
clubbed down from uptown
sprayed pest from the nest
run out to barrio town
the guards are itchy
forced to watch at the feast
then sweep up the night
flipped pieces of coin
broken bottles
exchanged for birthright
grafted in a jiffy

Ghetto defendant
it is heroin pity
strung out committee
not tear gas nor baton charge
will stop you taking the city

The ghetto prince of gutter poets
was bounced out of the room
jean arthur rimbaud
by the bodyguards of greed
for disturbing the tomb
1873
his words like flamethrowers
paris commune
burnt the ghettos in their chests
his face painted whiter
then he was laid to rest
died in marseille

Ghetto defendant
buried in charleville
it is heroin pity
not tear gas nor baton charge
stops you taking the city

Shut up in an eternity

it is heroin pity
not tear gas nor baton charge
that stops you taking the city

Guatemala honduras poland the hundred years war
tv rerun in vision deathsquad salvadore
afghanistan meditation old chinese nude
get junk, what else can the poor worker do?

(Muttering throughout)

ghetto defendant
it is heroin pity
not tear gas nor baton charge
stops you taking the city
[Repeat]

Friday 27 March 2009

Jodi Dean's Notes on Biopower/Biopolitics

*(1) Beginning Biopower, December 30, 2008

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2008/12/index.html

*(2) The Birth of Biopolitics (1): Liberalism is not a Dream, January 5, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/the-birth-of-biopolitics-1-the-crisis-of-liberalism.html

*(3) The Birth of Biopolitics (2): Crisis of Liberalism, January 6, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/the-birth-of-biopolitics-2-crises-of-liberalism.html

*(4) The Birth of Biopolitics (3): State-phobia, January 7, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/the-birth-of-biopolitics-3-statephobia.html

*(5) The Birth of Biopolitics (4): State-phobia redux, January 8, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/the-birth-of-biopolitics-4-statephobia-and-us-neoliberalism.html

*(6) The Birth of Biopolitics (4.2): American Neo-Liberalism, January 12, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/the-birth-of-biopolitics-42-american-neoliberalism.html

*(7) The Birth of Biopolitics (5): the limits of sovereign knowledge (or, the subject supposed-not-to-know), January 17, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/the-birth-of-biopolitics-5-.html

*(8) Schmitt and the concept of the political (1): Foucault on the Nazi State, January 17, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/schmitt-and-the-concept-of-the-political-a-place-for-biopolitics.html

*(9) Schmitt and the concept of the political (2): Liberalism as a system of depoliticized concepts

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/schmitt-and-the-concept-of-the-political-2.html

*(10) Arendt's Human Condition (1): biopolitical or metaphysical? January 26, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/01/arendts-human-condition-1-biopolitical-or-metaphysical.html

*(11) Arendt's Human Condition (2): the social as biopolitical, February 2, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/02/arendts-human-condition-2.html

*(12) Arendt's Human Condition (3): Labor, February 13, 2009

http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2009/02/arendts-human-condition-3-labor.html

Thursday 26 March 2009

Imagined Worlds

"...for polities of smaller scale, there is always a fear of cultural absorption by polities of larger scale, especially those that are near by. One man's imagined community (Anderson, 1983) is another man's political prison."

from Arjun Appadurai, "Disjuncture and Difference in the Global Cultural Economy."

http://www.intcul.tohoku.ac.jp/~holden/MediatedSociety/Readings/2003_04/Appadurai.html

Wednesday 25 March 2009

2010'a Giderken

2010: Sahne Senin İstanbul

İstanbul 2010 yılında “Avrupa Kültür Başkenti” olacak. Son zamanlarda iyice yoğunlaşan reklâm kampanyasının sloganı ise; “Sahne Senin İstanbul.” Sahneye çıkma eyleminin bir performans olduğunu düşünürsek, bu performansın ne olduğu, hangi sahnede verildiği, seyircisinin, değerlendiricisinin kim olduğunu ve hangi kriterlere göre değerlendirildiğini sormak bizler için önemli. Küresel kapitalizmin eşzamanlılığı içinde her an seyredilen, değerlendirilen performansların bu seferki teması ‘kültür-sanat.’

Neo-liberal kapitalizmin bir ayağı olarak devam eden kentsel dönüşüm sürecinde, şehrin merkezinden uzaklaşan fabrikaların, antrepoların, depoların yerlerini müzeler, sanat galerileri alıyor, kent mekânı kapitalizmin yeni kar alanlarına dönüşüyor. Bunun adı ise kültür-sanat ve ekonomik canlılık koyuluyor. Tabi sahenin arkası da var: artan kent yoksulluğu, yerinden edilmeler ve dışlanmışlık. Sahne arkasına atılanların, görünmez ve sessiz bırakılanların sesi olma çabası, 2010 Kültür Başkenti temasından başlayarak, neoliberal kent düzeninin anlamak ve eleştirmekten geçebilir.

Sanayisizleşme ve Yeni Kent Ekonomisi

1980’lerde başlayan neoliberal dönüşümlerin kent yapısı ve yaşamı üzerinde görünür olan ciddi sonuçları var. Kent coğrafyasındaki dönüşümün ana arteri ‘sanayisizleşme’ olarak tanımlanıyor. Sanayisizleşmeyi küresel ölçekte bir fenomen olarak algılamalıyız. Endüstriyel üretimin maliyetlerin düşürülmesi amacıyla merkez mekanlardan çevre mekanlara taşınması olarak tanımlayabiliriz sanayisizleşmeyi. İstanbul da küresel kapitalizmin merkez noktalarından biri olma yarışı içerisinde bu süreçten geçiyor.

Peki İstanbul’daki gözlemlerimizi de hesaba katarak şu soruyu soramaz mıyız? Tamam sanayi gidiyor ama yerine ne geliyor? İşte ‘Kültür Başkenti’ organizasyonunun esas hikayesini bu soru çerçevesinde anlayabiliriz. Yeni açılan parlak görünümlü müzeler, her gün sayısı artan festival mekanları, konser alanları vs. boşalan alanları doldurmakta rol oynuyor. Genel olarak tanımlamak gerekirse sanayinin boşalttığı, kar alanları hizmet sektörü tarafından dolduruluyor. Finans, ulaşım / ulaştırma, turizm, spor ve kültür ekonomisi hizmet sektöründeki bazı önemli alt-sektörler. ‘Kültür Başkenti’ organizasyonunu turizm ve kültür ekonomisi başlığı altında anlayabiliriz.

Kentler üretim mekanlarından tüketim mekanlarına dönüşürken, turizmin, turistik olarak satılacak/tüketilecek olan metaların tanımı ve çerçevesi de hergün genişliyor. Nasıl Paris’e gidip de “Louvre müzesini görmeden olmaz” sa, Roma’ya gidip de “Sistine Chapel” in görülmemesi ‘ayıp’ ise İstanbul’un da gelip de görülmesi gerekenler listesi artmalı.(İstanbul Modern, Pera Müzesi[1], hazır gelmişken Turkcell Kuruçeşme Arena’da ‘hayatta kaçmaz’ bir Madonna konseri ve aklınıza ne gelirse) Bu sayede gelen turistlerin kalma günleri ve dolayısıyla bıraktıkları döviz artmalı. Bu hesaplar belki çok eskiden beri vardı ama ulaşım teknolojileri ve turizm ağlarının artması, ve turizmin kent ekonomisinde aldığı payın büyümesi ile bugün kent yöneticileri ve sermayesi için daha merkezi bir konumdalar. 2010 Kültür Başkenti’nin şehrin ‘çehresini’ bu yönde dönüştürmek adına bir mihenk taşı olarak görmek gerek. Tüm kent elitlerinin, belediyenin birden ‘sanat aşığı’ kesildiğine inanmak gelmiyor içimizden. Her ne kadar sermaye’nin sanatsever yüzünü sergilemek için IKSV biçilmiş kaftan olsa da.

Metalaşma ve yeni kent sermayedarlarından bahsetmişken, kentin kendisinin, bir meta olarak tasarlanmasının altını çizmeden olmaz. Kentin ‘güzelleştirilmesi’, ‘köhneleşmiş’ mekanların yenilenmesi ihtiyacı, kent mekanının turistik bir meta olarak satıldığı bir düzene işaret ediyor. Kentin güzelleştirilmesi ve bir meta olarak değerlendirilmesi yeni bir süreç değil. 1980’lerin ortasından itibaren başlayan süreç zaten bugün Beyoğlu’nun parlak ışıklarla donatılması ve ‘temizlenmesi!!’, büyük mağazaların açılması, 1 Mayıs’ların yasaklanmasıyla çok farklı biçimlerde okunabilir. 1996’daki Habitat süreci ve yaşanan şiddet buna en güzel örnekti belki de. “Hatırlayacağınız gibi Habitat için sokaklar ve kaldırımlar temizlenir düzenlenirken, sokak çocukları ve travestiler de bu temizliğe dahil edilmişti. Beyoğlu'nda yaşayan travesti ve transeksüeller Habitat sırasında ortalıkta görünmemeliydi. Yoksa yabancı konuklar ne düşünürdü?”[2]

Kültür Başkenti Olayının Kısa Bir Tarihi

1983’te Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri’nin önerisi, AB üye devletlerinin kültürel entegrasyonunu sağlaması amacı içeriyor. Öneriyi takiben Atina 1985’te ilk Avrupa Kültür Başkenti oluyor. 1990’a kadar geçen sürede bu organizasyona ev sahibi yapan kentler Floransa, Amsterdam, Berlin gibi Batı Avrupa anlam dünyasında zaten kültür kenti olan mekanlardı. Amaç ise bu kentlerin kültürlerini ‘Avupalı izleyiciye sunmaktı.’[3] 1990 yılı organizasyonun anlamı ve amacı açısından bir dönüş noktası olmuş. Bu yıl için organizasyona sahiplik yapan Glasgow, önceki ev sahiplerinin aksine tarihsel olarak ‘kültür kenti’ olarak adlandırılan bir kent değil.

Glasgow’un adaylığının AB tarafından kabul edilmesinde en büyük etken, projeyi sunuş biçimleri oluyor. Kamu-özel işbirliğiyle, bu organizasyonun Glasgow’un bir kültür kentine dönüştürülmesinin planlandığı anlatılmış. Bu projenin Glasgow kent ekonomisinin yeniden yapılandırılması ve kente yeni bir imaj kazandırılması için bir dönüm noktası olması planlanmış. Yüksek bütçesiyle Pavarotti gibi ‘yüksek klasman’ sanatçıları Glasgow’a getiren 1990 yılı, ‘Kültür Başkenti’ organizasyonunun amaçlı bir şekilde, kentsel dönüşüm ihtiyacı duyan kent ekonomilerine pazarlandığı dönemin başlangıcı. Bugün geldiği popülerlik düzeyinde ise Avrupa’nın farkı bölgelerinden ‘kentsel büyüme koalisyonları’ (İstanbul için konuşursak İstanbul Metropolitan Planlama, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İKSV bu koalisyonun ana aktörleri olarak göze çarpıyor) organizasyona evsahipliği yapabilmek için birbirleriyle yarışıp duruyorlar.

Sahneye Çıkan İstanbul, Sahe Arkasına İtilenler ve Direniş

Bugün organizasyona evsahipliği yapan kentler, 1985-1990 arasındaki dönemin aksine Avrupa’nın küçük sayılabilecek kentleri. Tabi aralarda Marsilya, Liverpool, İstanbul gibi büyük kentler de var. Kentlerin ortak özellikleri ise bu organizasyona ihtiyaç duymaları. Sanayisizleşme sürecinde kar oluklarının aldığı hasarlar, bu tip organizasyonlarla doldurulmaya çalışılıyor. Buna ise ‘event-based development’ deniliyor. Yani gösterişli bir organizasyona ev sahipliği yaparak kar oluklarını tekrar ancak farklı biçimlerde işler hale getirmek.

Esas gelmemiz gereken nokta ise, 2010 Kültür Başkenti projesinin görkemli bir aynası olduğu bu yapısal sürecin yıkıcı etkileri ve bu sürecin mağdurları. Kentsel dönüşüm süreci boyunca kentin dışına itilenler, evlerinden edilenler, mahallelerinden olanlar yani ‘temizlenenler’ ya da ‘sahneye çıkmaması gerekenler’ mağdurlar kategorisinde. Kenti kuşatan imajlar, reklam panoları, televizyondaki reklam filmleri bu sürecin kaybedenlerini görünmez kılıyor.

Yarı kaba kuvvet (buldozerler, kolluk kuvvetler) yarı da piyasa dinamiklerinin ‘olağan’ işleyişi içerisinde devam eden bu dönüşüm süreci kent merkezini sokak çocuklarına, kent yoksullarına, göç mağdurlarına, seyyar satıcılara, dilencilere, transeksüellere, evsizlere yasak etmekte. Kent merkezi cebinde parası olan müşterilerin tüketebileceği bir meta haline geliyor. Sadece Türkiye dışından turistik amaçlı gelmiş müşteriler değil, aynı zamanda İstanbul orta ve üst-orta sınıfının tükettiği bir meta artık İstanbul. Mobese kameralarıyla korunan, alarm sistemleriyle döşenen, mağazalar arasında polislerin devriye gezdiği bir alışveriş merkezi... Kent yoksulları ise bu alışveriş merkezi içerisinde ancak bir turistik ‘manzara’ oldukları ölçüde seyirci önüne, sahneye çıkmaya değer bulunuyorlar. Bugün kent turizminin bir parçası olmaya başlayan ‘varoş turları’ işte böyle bir iktidar yapısını; izleme/izlenme ilişkisini kuruyor.

Hikayeyi burada bitirirsek sürecin direnişlerden bağımsız olduğu yanılgısına kapılabiliriz. Tarlabaşı örneği hala girilemeyen alanların olduğuna, kent dışlanmışlığının izlenecek bir manzaradan fazlası olabileceği umuduna işaret ediyor. Ancak ‘işte direnenler de var’ demek ben ne yapıyorum ya da biz ne yapıyoruz sorularının önünü kesmemeli. Kentte adalet ve özgürlük isteyen, sanatı direnişe yoran, kaybedenlerden, mağdurdan / madundan yana olan sesler 2010 projesi çerçevesinde pek görünür/duyulur olmasalar da direniş tam da bu seslerin, görüntülerin sahneye çıkarılması sürecidir belki de. Üniversitelerin bu süreçteki yerini, üniversite öğrencilerinden gelen bir hareketin nasıl pozisyon alması gerektiğini sorgulamak direnişe biz nasıl bağlanabiliriz sorusuna kafa yormak için iyi bir başlangıç olacaktır.

[1] Müzelerin kentsel yeniden yapılandırmada oynadığı role en çarpıcı örnek Bilbao kentinden geliyor. Bilbao sermayedarları, kapitalizmin tıkanan kar oluklarını açmak ve kent ekonomisini girdiği krizden çıkarmak amacıyla, ortak bir girişimle ünlü Kanadalı-Amerikalı mimar Frank Gehry’ye [bugünkü] Bilbao Gugenheim Müzesinin planını çizdiriyolar. 1997’de ziyarete açılan müze binası bugün ‘en görkemli’ müze binalarından biri sayılıyor. Müzenin wikipedia tanımı olayı özetliyor. “Müze açılır açılmaz popüler bir turistik mekan oldu ve dünyanın her tarafından turistler müzeyi görmek adına Bilbao’ya akın etti.”
[2] http://www.minidev.com/gl/gl_tarih8.asp adresinden alıntıdır.
[3] Yazının sonuna doğru organizasyonun dönüşümünü ve bugün geldiği noktayı anlattıktan sonra, İstanbul’un bir çevre ülke metropolü olarak Batı Avrupalı seyirciye sunduğu yeni görüntülerden bahsetmek önemli olacaktır. Özellikle aklımıza Sao Paolo, Yeni Delhi gibi çevre metropollerden sonra İstanbul’da da başlayan, turizm girişimciliği olarak devam eden ve kent yoksulluğunu “sahneye çıkaran” varoş turlarını getirebiliriz.
31 Aralık 2007 tarihli Milliyet Gazetesinde Anadolu Ajansı çıkışlı bir haber yer aldı. ‘İstanbul’a günübirlik varoş turu yapılacak’ başlıklı haber şöyleydi: “Turizmde 2008’in trendleri arasında İstanbul’da varoşlardaki yaşam şartlarını gözlemlemek amacıyla günübirlik turlar bulunuyor. Turizm Yazarları ve Gazetecileri Derneği, turizm yayınlarından yaptığı araştırmayla 2008’in turizm trendlerini belirledi. Araştırmaya göre, 2008’in turizm trendleri şöyle:...Varoş turizmi: Afrika ve Meksika’nın yanı sıra İstanbul’daki varoşlara, kenar mahalle insanının yaşam şartlarını gözlemlemek amacıyla günübirlik turlar düzenlenecek. Bu turlara, varoş insanlarının koşullarının düzeltilebilmesi için yapılabilecekler konusunda görev almak isteyenler katılacak...”